26 Ekim 2013 Cumartesi

Leyla İle Mecnun'un Ardından

Leyla ile Mecnun yayından kaldırıldığında hepimiz bir şok yaşamış, gerekli mecralara küfürleri sıralamıştık. Sonrasında "Ben de Özledim" dediler ve dün tekrar aramıza katıldılar. Ama o son 5 dakika bizi bizden aldı, başka alemlere götürdü. Rakı masasında anlatılan son bizi bir rakı masası kurmaya itti resmen.
Final bize neleri açıkladı, 103 boyunca bize nasıl bu final hissettirildi toplayayım dedim.

İsmail Abi'nin balık olması meselesi dizi boyunca inşaat işinde bile çalışsa pullu pullu elbiseler giymesiyle bize hissettirilmiş.
"Hop" mevzusu hep güldürmüştü bizi. Meğer bu Mecnun'un balığa uzaktan bakmasıyla  ilgiliymiş. 


Bir gün İskender bu balığa bir eş getiriyor ve bu eş 1 gün içinde ölüyor. Sadece 1 gün yaşıyor. O yüzden hep onu bekliyor, hep onun acısını çekiyor.

Yavuz'un eve bir kez bile kapıdan girmemesini hiç kafaya takmamıştık ama onun da bir sebebi varmış.
Kaan'ın önlük mevzusuna gülerek "Unuttular mı lan bu çocuğu büyütmeyi" diye bakmıştık. Meğer o çocuk harbiden büyümemiş ki. Ayrıca Kaan'ı ciddiye alıp büyük biriymiş gibi dinlemelerinin sebebi de burada ortaya çıktı.

Sürekli aksakallı dedeye ihtiyaç duyulması yani doktora. İğne de asa olarak geçmiş. Asa kaybolunca o yüzden bu kadar aramışlar onu. Aksakallı da çaresizlikten kaybolmuş demekki ara ara.

Erdal Bakkal. Tuzluk. Dizi boyunca Erdal'ın tuzluğa benzetilmesi espri olarak geçmiş yine sadece gülüp geçmiştik. Oğlunun yumurta olması mantıklı değil mi bu durumda. Ve evinizde tuzluğun yanına ne zaman bakarsanız "Karabiberlik" vardır. Eştir bunlar. Böylece Nurten'in siyahlar giyinmesi de açıklanmış oluyor.


Mecnun'un neden hiç bir işte çalışamadığını, okulunu neden bir türlü bitiremediğini bu final sayesinde anlamış olduk.

Sadece 2 dakika 53 saniye de anlatılan bir final için gayet tatmin edici. Elbetteki bazı yan karakterler soru işareti ama unutmayalım ki bu dizi daha 2 sezon devam edecekti.
Şimdi evlerdeki bir çok balığın adı İsmail Abi olacak, bir çok ağaca Yavuz adı verilip dibinde kitap okunacak. Çok şey kattın bize Leyla ile Mecnun!







19 Ağustos 2013 Pazartesi

Lakin ya atarsam?

"Ah bir de rakı şişesinde balık olsam... mısrasını akla getirir. Platonik bir sevgiden ötedir. Çünkü karşındakine asla soramazsın. Başkasınındır, gözlerinde başkasının silueti görünür.

Sen o'na bakarken, o 3. şahsa aşk mısraları fısıldar. Aynı şarkıyı dinlerken, sözleri farklı insanlara adamak gibidir...

İçmek kafi değildir zira nefes almak da...

Arkadaşça elini tuttuğunda, elindeki ateşle onu yakmaktır. Bile bile lades olmaktır. Her şeye rağmen diyerek, sevmek, sevmek, sevmektir...

Adaleti sorgulamak, adeletsizliği üstlenmektir.

Teraziyi dengede tutmaya çalışırken, şirazeden çıkmaktır.

"Ben"cillikten sıyrılıp, "o"ncu olmaktır. "o" merkeziyetçiliğe, sırf mutlu olsun diye 3. şahısla birlikte olmasını dileyebilecek kadar çok kaptırmaktır.

Sonu bilinen filmi, sonu belli değilmiş ya da sonunu değiştirebilecekmiş gibi izlemektir. Bir nevi -miş gibi yaşamaktır.

Soru işaretlerine, ünlemlere ve üç noktalara hayatında daha fazla yer ayırmaktır.

Keşke'leri, belki'leri ve çünkü'leri ard arda sıralamaktır.


Bir nevi; kalecisi olmayan, defansı çökmüş bir futbol takımında yer almaktır. 
Gol yemeye mahkum, savunmasız... Lakin ya atarsam?"

Alıntı

2 Ağustos 2013 Cuma

Kim suçlu!

Bugün acil bir iş için yayladan Dörtyola inmem gerekti. Araba da evde olmayınca mecburen otostop seçeneğini devreye soktum. Her neyse 70 yaş civarlarında bizim orada cimriliğiyle nam salan bir amca durdu. Normal şartlarda herhangi birine imkanı yok durmaz ama biz esnaf olunca el mahkum durdu.

Hal hatır sordum pek istekli cevaplamadı. Neyse dedim. Ben de konuşmaya meraklı değildim zaten. Maksat ayıp olmasındı. Ama sonra "Kimin işi için gidiyon yeğenim aşşağa" deyince ben "Babam için Tahsin amca." dedim demez olaydım.
Çocuklarının kime ne kadar borcu olduğuna kadar tüm detayları anlattı.

Bu arada el atan bir kaç genci görmezden geldi. O arada dağ yolunda nasıl olduğunu benim de anlamadığım şekilde "Barış" yazılı sırt çantasıyla yürüyen turist ablamızı gördük. (Ki eskidenterör korkusuyla insanların pek yaya kalmayı tercih etmediği bir yol) Amca arabayı zınk diye durdurdu. Kızcağıza resmen seni bırakayım diye yalvardı ki kız defalarca Türkçe bilmediğini anlatmaya çalıştı bu arada. Çabası sonuçsuz kalınca ben kızla sohbet edip amca adına özür diledim. Allahtan amca anlamadı.

Neyse yola devam ettik. Amca daha yola çıkar çıkmaz "S.....ler de gör" dedi. Benim gözler büyüdü yuh lan moduna girdim. Az ileride gençler bekliyordu. Amca kafasını uzatıp "Yukarıdan kız geliyor, ellemen ha" dedi bu seferde. Ben içimden kahkahalara boğuluyorum bu arada. İneceğim yere vardık, hemen indim.

Bu amca yaylada muhafazakar takılıyor şimdi. Bende öyle sanıyordum ta ki bugün gördüklerime kadar. Böyle bir memleket işte burası gençler. Bu kızın başına bir şey gelse hemen hepsi onu suçlar. Kimse hırsızı suçlamaz. Amacı barış için yürümek bile olsa ona buralarda "Deli mi s....ş bunu" derler...
Kimse de kötü fikirlerin yanlış zihniyetten çıktığını kabullenmez...

30 Mayıs 2013 Perşembe

Veda...

2002 Sonbaharıydı. Akşam erteleme maçında Fenerbahçe Galatsarayla oynayacaktı ve biz evde gündüzden derbiye doğru programlarını izliyorduk. Ekranda hafif kirli sakallı, kot pantolonlu 40’lı yaşlarına yeni girmiş bir adam Fenerbahçeyi yorumluyor inşallah kazanırız diyordu. Babama sordum “Kim bu?” diye. Cevap; “İsmin neden Aykut sanıyordun. Bu o işte. Aykut Kocaman!”

İşte o  an daha önce defalarca ismini duyup, göremediğim insanı görmüş, hemen kahramanım yapmıştım.
O hep bizden uzaktaydı, ama bizim evde Fenerbahçe maçları dışında hep onun yönettiği takımların maçları izleniyor, destekleniyordu. Bir gün gelecek yollar birleşecekti. Oldu da 2009 yılında, Sevgili “Dede” lakaplı Aragonesimizin ardından teknik adam olarak Daum’u geri getirip Sportif Direktör olarak da evladımız, çoğumuzun kahramanı , efsanemiz Aykut Kocaman ile Fenerbahçe camiasının yolları tekrar birleşiyordu.

O sezonu hangimiz unuttuk ki. O uykusuz geçen Mayıs gecesinin sabahı ilk sözümüz artık hoca Aykut Kocaman olsun, zaten şampiyon olamıyoruz bari mutlu olalım, Fenerbahçe olalım fikirlerine uyanıyorduk.
Bir Haziran günü açıklandı. Fenerbahçe Sportif Direktörü ve Teknik Sorumlusu “Aykut Kocaman”!
Önce Trabzon maçında açılan “Kocaman Umutlarımızın Sahibisin” pankartı, ardından sene sonu şampiyonluk. Mutluyduk, her şey istediğimiz gibiydi ta ki o kara Temmuz ayına, Temmuz’un 3’üne kadar. “Düşürün” dedi Kocaman Adam. “Biz söke söke, alnımızın akıyla aldık, gerekersi en dipten gelir yine zirveye otururuz.” Hepimiz sesi oldu.

Başkan içeri girdi başkan oldu,
Yöneticiler sessiz kaldı yönetici oldu,
Taraftarın sesi oldu…
Kupalar, istatistiklermiş; ben bunları bilmem birader. Bu adam çıktı içimizden biri oldu.

Gün geldi diğer bir efsanemizle sorunlar yaşadı. İkisini de sevdik; burada kalana daha çok sahip çıktık.

Çok isyan etti, yeri geldi dayanamıyorum dedi, bırakıp gitmeyi düşündü. Arkasında olduk.
Seneyi bitirdik. Artık her şey bizim lehimize derken tam da transfer hayalleri kurarken yine sabah saatlerinde o acı haber. “Aykut Kocaman İstifa Etti”

İnanmak istemedik, medyanın oyunudur dedik. Ama olmadı, bu sefer geri dönmedi.
Fenerbahçede işi yarım kaldı. Yüreklerimize yaşattığı heyecan yarım kaldı. Bizi yarım bıraktı.
Çok vedalar gördük, hiç biri bu yılkiler kadar koymadı.
“Lefter’inle, Aykut’unla, Alex’inle gürle hey” dedik. Hepsini kaybettik.

Olsun biliyoruz yine bir gün “Fenerbahçe’nin sana ihtiyacı var” diyecekler, hiç düşünmeden gelecek.
Bir takım çalıştıracak şimdi yine. İçten içe onu da destekleyeceğiz. Gülmüyor diye eleştirilen yüzü gülsün diye bekleyeceğiz. Artık mutlu olsun isteyeceğiz..

Sen mutlu ol hocam. Elbet yollarımız kesişecek, elbet yine kavuşacağız. İşte o gün gerçek Fenerbahçe düşmanlarından beraber hesap soracağız.

Senin adını taşıyan yüzlerce Aykut’tan birisi…

28 Nisan 2013 Pazar

Dizi gibi...


Aynı anda 236549126594 dizi takip eden biri olarak biraz dizilerden yürüyelim dedim.
Dizilerde genel olarak kendimize benzettiğimiz karakterleri ayrı bir sever, sempati duyarız. Tabi hiç kendimize tamamen uyan karakter bulamamışızdır. Ben de dedim ki tüm karakterleri alayım, beni anlatan özelliklerle eşleştireyim…

Mesela Supernatural-Dean Winchester. Yok yok öyle baskın özelliği değil de, kardeşini  çok sevmesine rağmen üzerinde baskı uygulaması aha da ben…

 

The Big Bang Theory-Raj Koothrappali’nin yediği aile baskısı o kadar şiddetli olmasa bile bende de var...

 

How I Meet Your Mother-Ted Mosby. Ben de tanışacağım o kızla, bekliyorum gençler…


Prison Break-Fernando Sucre bir işinde yolunda gitsin, planladığın gibi gerçekleşsin be kardeşim…


Revolution-Jason Neville. Yok kardeşim yok. Ne yaparsan yap beğenmez baban…


The Walking Dead-Theodore 'T-Dog' Douglas. Oğlum sen niye her şeye “evet” “tamam” diyorsun. Az hayır de bir şey yap, tepki göster…


Spartacus-Doctore. Reis biz hep arkadaşlardan çektik yine onlara sığındık…


Coupling-Patrick Maitland. Pat söyle, hiç düşünme zaten konuşmadan…


Lost-Desmond Hume. Hep yolumuza taş koyacaklar ama biz yine de tek şeye odaklanıp illa ona bekleyeceğiz kardeşim…


Blue Mountain State-Coach Marty Daniels. Şampiyonluk her şeye bedeldir koç haklısın…


Merlin-The Dragon. İlla bıkmadan usanmadan her şey için tavsiye almaya çalışmasalar ne güzel olur değil mi…


Şimdilik bunlar geldi aklıma kendimi fazla gömdüm gibi geldi ama neyse olur o kadar. Bir arada överim olur biter J

6 Şubat 2013 Çarşamba

Yurtta ilk gün…


Yurtta kaldığım 5. Yıl bu. Artık alıştım ama yine de ilk günü hatırlayanlar derneği  üyesiyim ben de.
Lise yurdundan bahsedeceğim burada. Benim için ayrı bir garipti. Aynı şehirde oturuyordum ama yine de yurtta kalacaktım. Daha iyi ders çalışacaktım çünkü(!)

Pazar günüydü. İkindi denilen vakit. 3 gündür hazırlanan valiz artık tamamlanmıştı. 5 gün sonra dönecektim oysa. Vedalaştım yine de odamla. Sonra bindik arabaya. Çok değil sadece 4 km J. Valizi alıp kardeşim ve babamla 1. Sınıflara ayrılan ilk katta kapılara yazılan isimlere bakarak odamı bulduk. 1 kişi daha gelmiş  yerleşmişti bile. 2 dakika ayak üstü aileler tanıştı, akşam görüşürüz felan…

Odaya yerleştim. Evde çıkardığı kıyafetleri bile askıya asmayan ben küçücük dolaba yerleştirdim nasılsa. Bahçeye çıktık, annemle vedalaştım, babamın cebime sıkıştırdığı 20 lira. Araba çalıştı, bindiler ve gittiler gayet kayıtsız. Kayıtsız değildirler belki de ama; sana o an öyle gelir işte…

Bahçede basketbol panolarının arkasında bank vardı. Oraya oturdum Ramazandı iftira vardı daha. Yarım saat oturdum belki de öyle. Üst sınıflar gerçek ailelerine kavuşmuş gibi mutluydu orada. Ben de öyle olur muyum diye düşünmedim değil hani. Yanıma biri daha geldi oturdu. 20 dakika da aramızda geçen tek muhabbet  “Saat kaç usta” .

Öyle böyle akşam yemeği vakti geldi. Bir ikinci sınıf yanaştı yanıma. Nasılsın nerelisin faslı. Yemekhaneye girdik yaklaşık 250 kişi. Herkes yemeğini almış ezanı bekliyor. Bizim ikinci sınıfta aynı masada benimle. “Bulgur pilavından geçen yıl bıktım hala aynı” dedi. Aha yandık dedim içimden. Sonra ezan okundu. Herkes ayağa kalktı. “Tanrımıza hamdolsun Milletimiz var olsun Afiyet olsun” askeriye mi la burası diye geçirdim içimden. Neyse ki  ilerleyen günlerde o günkü nöbetçi hocanın psikopatlığı olduğunu anladım…

Yemekten sonra odaya gittim. Oda tamamlanmış. Tanışma faslı. Sonra ortak arkadaşı olanlar vasıtasıyla erkek yurdunun olmazsa olmazı olan ilk 20 kişilik grup hemen oluşturuldu ne olduğunu anlayamadan. Bir baktık halısahadayız okula ait olan. “Lan” dedim “Sevicem heralde burayı”
 1 hafta sonra dağıldı o grup J

İlk gece artık. Yurdun abileri çıktı piyasa. Yurt öğrencisinin en büyük hazinesi olan poğaçanın böreğin toplu adı “zula” ve onun peşinde olanlar. Bizim odaya 2 metrelik biriyle 120 kiloluk biri gelmişti sıkıysa paylaşma.. Sonra yurdun olmazsa olmazı şakacılar. İlk şaka da yastık mühürletme. Şimdi bizim yurtta kalan kimse kendini kandırmasın herkes yemişti onu…

Gece odadakilerle sohbet, muhabbet. Hangi takımlısın ile başlarsa zaten erkekler sohbet konusunda sıkıntı da olmaz. Herkes zorluk çekersin demişti ama gayet sakin uyudum ilk gece. Belki de evde çok fazla yalnız kaldığım için artık alışıktım ailesizliğe.

Sonra o yurtta 3 yıl geçti. Diğer seneler elimden gelse 1 hafta önceden giderdim. En iyi arkadaşlar oradan çıktı. İlk gün demiştim kendi çocuğumu asla göndermem haksızlık olur diye. Ama şimdi düşünmüyor değilim asıl haksızlık göndermemek mi acaba diye…


23 Ocak 2013 Çarşamba

Aile mi?


Aile nedir?

“Evlilik ve kan bağına dayanan, karı, koca, çocuklar, kardeşler arasındaki ilişkilerin oluşturduğu toplum içindeki en küçük birlik” Böyle açıklıyor TDK.  Bir de şu şekilde açıklamış “Aynı soydan gelen veya aralarında akrabalık ilişkileri bulunan kimselerin tümü” Peki sizce hangisi?

Ben şimdiye kadar gördüklerimle, yaşadıklarımla açıklayayım biraz kendimce. Küçükken her şey güzeldir. Hele de anne tarafından en büyük torunsan dayılar, teyzeler senin için her şeyi yapar. Baba tarafından soğuk olursun. Orada aynı ilgi yoktur çünkü. Hep anne tarafına gitmek ister, orada kalmayı tercih edersin. Taki büyüyüp belli şeyleri fark etmeye başlayınca.

Yok yok büyüyünce baba tarafı değer kazanır demeyeceğim. Ama orası daha bir eğlenceli gelmeye başlar. Olgunlaşıyorsun ya hani. Büyüklerle sohbet etmek ister canın. Diğer taraftakiler de artık evlenme yaşına gelip kendi derdine düşmüşse tabi iyice soyutlarsın kendini.

Sonra gerçekleri görmeye başlarsın. Hani geçim derdi diye bahsedilir ya. Ondan işte. O çok sevdiğin akrabalarının bile seni arkandan vurabileceğini, kendi çıkarlarını öncelik yapacağını, “Biz bir aileyiz” diyenlerin yalan dolan olduğunu görürsün. Benim gibi zaten kuvvetli bağ kuramayan insanlar gerçekten inandığı insanların yüzündeki o yalancı ifadeleri görünce, tanıyınca artık aile kavramından daha da uzaklaşıyor. Tekilleşiyor. İnanmak istiyorsun bazen bu sefer doğrudur diye yine yalan çıkıyor.

Hatta bazen o kadar abartıyorlar ki durumu sana daha doğrusu çekirdek ailene düşman oluyorlar. Her işine taş koymaya çalışıp, bazen ekmeğini bile çalmaya kalkışıyorlar. Ne diyelim siz inançlı görünün kendinizce ben bu dünyanın bir de diğer yakası olduğunun gerçekten farkındayım.

Konudan sapıttım vesselam. Özellikle son bir yılda yaşadıklarımdan artık anladığım üzere “Aile” benim için babamın şu sözüdür:

“Biz sadece 4 kişiyiz. Annen, kardeşin, sen ve ben.” 

19 Ocak 2013 Cumartesi

Belki anlatabilmişimdir


Küçükken bir futbol topum vardı. Euro96 yazardı üstünde. Erdek’e ilk gittiğimiz zamanlarda oturduğumuz daire ana cadde üzerinde olduğu için imkan yoktu aşağı inip oynamaya. Ben de pikniğe gitme zamanlarını beklerdim. Allahtan babam da piknik aralarını fazla açmaz, her gittiğimizde benle top oynardı. Takım felan pek anlamazdım daha 5 yaşında. Sorana Fenerbahçeliyim işte derdim…

Sonra 1. Sınıf zamanı geldi. Okula başladık ve 3-4 ay sonra yeni evimize taşındık. Biraz ara sokak sayılırdı. Hemen yanında da park vardı. Futbol oynamak için bire bir ideal ortam anlayacağınız. Abilerimiz vardı mahallede. Bize elebaşı olurlar, akşam hava kararana kadar top oynardık.

2000-2001 sezonu gelmişti artık. Babam beni maçlara götürmeye başlamıştı polis lokaline. Orda mahalleden iki abi vardı yine polis çocuğu olan. Maçlarda hep oyuncu seçerdik. Birimiz Rapaiç olurdu, diğeri Revivo, öbürü Anderson. Gol atınca hanginin oyuncusuysa gururundan geçilmezdi ama hep beraber sevinirdik.

Sonra bir maç geldi ki ölüm-yaşam arası. Sadece bildiğim kazanmamız gerektiğiydi. Hani o meşhur maç. İlk yarı 0-3 ben şoktayım. Bir büyük geldi yanıma “Sıkma canını bu maç 4-3 olur” dedi. İnanmadım. İnanmak istedim yine inanamadım. Ama futbolcular sahaya çıktığında “Bizler inandık Sizde inanın” diye bağıranları duymuştum tribünde. Maç skoru malum 4-3. Zafer, eğlence. O abiyi aradı gözlerim. Kapının önündeydi “Gördün mü” der gibi yaptı çıktı gitti. Bir daha da görmedim zaten…

6-0 lık tarihi maç… Yalan yok izlemedim. Haftaiçi diye babam götürmemişti. Sonra uykumdan uyandırdı beni. “Kalk kalk skora bak. 6-0 kazandık” dedi. İnanmadım ben. Özet başladı. Tuncay, Ortega, Serhat, Ceyhun, Ümit.

Andırın da sınıf içi maçlarımız vardı. Fenerbahçe-Galatasaray diye ayrılır, 2 Beşiktaşlı arkadaşı da paylaşırdık. O zaman daha çekişmeli olurdu. Çok kavga çıkardı. Ama futboldu işte…

Hooijdonk’ un frikikleri vardı o yıl. Bir Gençlerbirliği maçı vardı ki, evlere şenlik. Kalecileri baraj kurdurmamış, 2 kişilik Fenerbahçe barajı kurulmuştu Hooijdonk’un isteğiyle. Sonuç malum. Tuncay vardı bir de. O zaman Fenerium mu biliyoruz, aldık pazardan 5 liraya formamızı. 10 numara. Keçeli kalemle yazmıştık arkadaşla, Tuncay diye. Gol attım mı mahalle de onun gibi sus işareti yapardım. Artık sınıfında Fenerbahçelisiydim, Fenerbahçesiydim.

Osmaniyeye geldim. Orada çok yoktu sınıfta Fenerbahçeli. Ama ben artık tek başıma yetiyordum. Apartmanda da Fenerbahçe üstünlüğü vardı, yine bulmuştum renkleri.

2005-2006 Sezonu. O kara sezon… Top o direklerin içinden girmedi bir türlü. 16 dakika 1 dakika da geçti bize. Diğerlerine de bir ömür geldi belki de. Sonra başkan istifa etti felan. İzledik haberleri. Çok dua ettik o zamanlar dönsün diye. Döndü de.

Sonra 100. Yıl başladı. İzmir’de Trabzon maçı. Bir sezon küfür edilen “Deivid”in kafası. Şampiyonluk… Bir sonraki sezon Şampiyonlar Liginde tarihi sezon… O yılsa olamadık şampiyon…

Ve hiçbir Fenerbahçelinin unutamayacağı o sezon 2010-2011 sezonu. Efsane geri dönüş. Gözyaşlarının mutluluktan akması. Kelimelerle anlatılmaz ya hani öyle işte. Sonra leke sürdüler o hislerimize. Canımızı yaktılar, o gün daha çok sevdim.


Babama sorsan bırak artık şu takımı der. Ey sevgili babam sen doğarken yazdırmışsın Fenerbahçeyi kaderime. Şimdi mümkün mü bırakmak. Evet belki de kafayı yemişimdir. Belki de Fenerbahçeyle bozmuşumdur kafayı. Ama siz vazgeçer misiniz en sevdiğinizden. Anlatılmaz duygulardandır işte…
Ve son sözüm, Allah'a en büyük duamız


"Bismillahirrahmanirrahim Fenerbahçe Amin…"

16 Ocak 2013 Çarşamba

Hadi başlayalım...


Evet efendim şimdi gelelim Aykut Alliş kimdir sorusuna…

Bendeniz 5 Mart 1993 de Hatay’ın Dörtyol ilçesinde dünyaya gelmişim. Doğar doğmaz da tartışma konusu olmuşum. Aykut mu olacak ismi Ahmet mi? Babam o dönemin golcüsü şimdi de bizim “Kocaman umutlarımızın sahibi” olan güzel insan Aykut Kocaman hayranıymış. O yüzden Aykut olsun demiş. Dedem de klasik bir dede olarak kendi ismini istemiş. Sonunda Dedem de Fenerle başa çıkamayanlardan olmuş.

4 yıl güzel kasabamız Kuzuculu da geçen hayat sonrası annemin rahatsızlığı nedeniyle babam polis olup başka bir şehire taşınmaya karar vermiş. Böylece 1997 yılı itibariyle Erdek hayatım başlamış oldu. Güzel bir çocukluk dönemi, sessiz sakin bir kıyı yerleşimiydi Erdek. 5 Yıl geçmiş gitmiş bir anda ve polislerin hayatının bir parçası olan tayin zamanı gelmişti. Yeni istikamet Andırın...

Andırın’a ilk gidişimi unutamam. Deniz kıyısından yayla diye tabir edeceğimiz 8000 Nüfuslu bu küçük ilçe. Annemle babam çok sevmişti orayı en baştan. Ama bana garip geliyordu çocuk aklıyla. Ama daha ilk günden yeni arkadaşım olması gereken kişilerin “Hadi maç yapcaz” sen de gel demesiyle her şey değişti. Yeni mahalleme birden ısınmıştım. Sonrasında orada da yine bir ikilem başladı. Hangi okula gidecektim? 2 farklı tercih vardı. Bizim sokaktaki çoğunluğun gittiği Atatürk İ.O. favoriydi ama müdürün valla alamam yer yok sözleri engel oluyordu ki araya sınav sonuçları girdi de kabul ettiler.

Güzel 3 yıldı. Sokakta çocuk olmak, hava kararınca girmek içeri. İşte bunların hepsini orada yaşadım. Okul arkadaşlarım da çok iyiydi. Çocuktuk belki ama güzeldi be işte. Ayrılması en zor olan sınıfım olmuştu. Andırın yaşamım, arkadaşlarım hakkında daha çok yazı çıkar. O yüzden burda keseyim orayı. Daha çok bahsedeceğim oradan.
Gelmişti yine ayrılık zamanı. Ama istediğimiz şehir gelmişti bu sefer. Osmaniye…

Tilki-Kürkçü dükkanı misali yine dönüp dolaşıp Çukurovaya gelmiştik. Dörtyola da 40 dakika en fazla. Şans eseri tutmuştu babam evi. Şimdi yerleştik oraya da . Ben mezun oldum okuldan kardeşim de aynı okuldan mezun olacak bu yıl hayırlısıyla.

Gelmişti lise zamanı. Küçüktük, uzak yer yazmak zordu. Yazdım Osmaniye Fen Lisesini. 3 Yıllık yurt yaşamım başladı. Aynı şehirdeydi evim ama hami daha iyi ders çalışırım belki yurtta diye. Olmadı da neyse. Çok sağlam arkadaşlıklar edindim yurtta. Hala da süren. Sonra üniversite hazırlık dönemi geldi. Ben de tekrar eve geçtim.

Dersane-okul-ders geçirdik 1 yılı. Üniversite tercih sonuçları gelecekti. Bu sefer uzaklar da gelebelirdi. İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Yüksek Okulu…

Babamın ilk tayininde çekip Balıkesirle değiştiği İzmir demekki kaderimdeymiş. 2011 itibariyle burdayım artık. Bakalım burası neler yapacak hayatıma.

Her neyse fazla uzun olmasın. Bunlar genel şeyler. Çok var anlatacak şeyler içinde. Tabi zamanla bunlar da. Hadi kaçtım şimdilik…

Selamünaleyküm ben geldim


Haydi blog açalım, haydi DJ olalım… Bizim odanın son günlerdeki popüler cümleleri. DJ olmak için adım attık, bari blog işine de el atalım dedim. Tamamen kendi gördüklerim ve kendi düşüncelerimden oluşan yazıları paylaşmak amacım. Dilimiz ne kadar dönerse işte.

İnsanlar günümüzde okumayı pek sevmiyor artık. Belki bunları da sadece birkaç arkadaşım okuyacak. Ama en azından “keşke” demeyeceğim şeylerden biri olacak. Günün büyük bölümünü bilgisayar başında geçiren bir insan olarak buna da ayıracak zamanım vardır heralde.

Felsefik giriş yapmak istemedim pek. Burası benim özel kalemim. Her şeyi de anlatabilirim, hiçbir şeyden de bahsetmeyebilirim. Aşk da olur futbol da. Ama fazla edebi metinler beklemeyin yine de. Sonuçta ben de lise de edebiyat hocasının sözlülerine bakan bir insandım J .

Dün bir aydınlanma geldi gece gece. Elime aldım kağıt kalemi, 2 farklı ajanda 2 farklı detay hayatımdan. Yazdım bir şeyler. Eh dedik yazıyoruz madem burası da dolsun. Okul sakat zaten, bari boş geçirdik demeyiz.

Bu da böyle bir giriş yazımdır işte. Şimdilik hevesliyim bakalım. En yakın zamanda gelir yeni yazı da. Sonrası kader kısmet...