31 Aralık 2014 Çarşamba

2014'ün Enleri

2013 Yılının Enlerini yazmış bunu geleneksel hale getirip daha uzun tutayım demiştim. Twitter yetmeyince bu mecraya kaydım yine. Tabii ki belirteyim önce, yaşanan her şeyi yazamadım, satır başlarından bahsettim. Öyle eğlence olsun diye yazayım hatırlayıp gülümseyelim beraber.  Buyurun 2014’ün enleri…

Kronolojik gideyim biraz…

“Yılın Doğum Günü Kutlaması” olarak beni ayaklarına çağırdıkları, haftasonumu şenlendiren arkadaşlarımın hazırladığı kendi doğum günümü seçiyorum.


“Yılın Kongresi”ni tabii ki arkadaşlarımın canla başladığı çalıştığı TFD Öğrenci Kongresi alıyor.


“Yılın Şampiyonluğu” Ersun Hocamızın bize montlarla kutlattığı şampiyonluğa gidiyor tabii ki.


Bu yıl gerçekten gezi bolluğuna kapıldık ama otobüs yolculuğunun dibine vurduğumuz Bolu gezisi “Yılın Gezisi” olmayı hak ediyor.



“Yılın Etkinliği” küçük çocukları güldürdüğümüz, en başından sonuna kadar hem eğlenip hem de iyi bir şeyler yapmanın mutluluğunu yaşadığımız Kışlak İlkokulu…


Ama ALS kampanyasında da iyi eğlenmiştik hakkını yemeyelim. 


“Yılın Yürüyüşü” geniş bir aile olarak geleneksel hale gelen Zirve Yürüyüşü olmazsa olmaz.


“Yılın Seçimi” tabii ki yıllardır kazandığımız ilk seçim olan Okul Başkanlığı’na gidiyor. Buradan tekrar bu süreçte yanımda olan herkese teşekkür etmiş, kalbini kırdığımız kimler varsa onlardan da özür dilemiş olayım.

Kişilere gelirsek şimdiden bahsemediğim arkadaşlardan özür dileyeyim. Telefonla arayıp küfür edebilirsiniz. Ben size özel olarak enlerden bahsederim..

“Yılın Bahtsız Bedevisi”  Berkan Gider

“Yılın Şair Görünümlü Odun Adayı” Oğuz Avcı

“Yılın Son Dakika Golü” Laçin Tekin

“Yılın ‘Dergi de Dergi’ diyen Edebiyat Kulübü Başkanı” Sümeyye Gündüz

“Yılın Beni En Çok Bıçaklayacakmış Gibi Bakanı” Kübra Özcan

“Yılın Okula Yardımcı, Sınavlara Hazırlık Kankası” Tuğçe Sözer

“Yılın En Abla Görünümlü Kardeşi” Ayşenur Özdemir

“Yılın En Yeni İç Anadolulusu” Rabia Bağcı

“Yılın En Uzaklardan Yemek Getireni" Şebnem Ekici





Ve burada tek tek yazacak olsam bir blog yazısına sığmayacak, yazı dizisi haline gelecek tüm arkadaşlarım... Çok uzatıp sıkmak istemediğim için isimlerinizi yazamadığımdan yazıyı bile silecektim, tam içime sinmedi ama yine de böyle olsun bu seferlik...

Hepimizin yeni yılı kutlu olsun.

18 Kasım 2014 Salı

Göç Ediyoruz

Arkadaşlar daha önce açıkladığım okulca Sırbistan’a yerleşme planımızın detaylarını açıklıyorum.

Öncelikle Sırp ırkçılığından korkmanıza gerek yok. Bildiğiniz gibi Kosova olsun Bosna Hersek olsun Karadağ olsun ülke olurken Sırbistan’dan da toprak aldılar. Önüne gelen bu ülkeden toprak alıyor.



Peki biz ne yapacağız? Vizelerimizi alıp Sırbistan’ın Kosova sınırına en yakın ve en boş köylerinden birine yerleşeceğiz. Sonra da köyü tamamen ele geçireceğiz ve yarı bağımsızlığımızı ilan edeceğiz. Köy Kosova sınırında olduğu için askeri konuda korkmanıza gerek yok. En olmadı sınırı kaydırırız.


Yaşama şeklimize gelelim şimdide. Kendimi köy muhtarı olarak seçtim arkadaşlar. Tabi seçim falan yenilemeyelim şimdi önce kalkınmamız gerek. Sırpça öğrenmeye gerek yok Kosovalılar Türkçe biliyor. Okuldan hoca falan götürmüyoruz tabi. Sadece Haydar Abi’yi alıp ona şehre hakim bir yerden kafe açıyoruz. Sırplar çok fazla Türk kahvesi tüketiyormuş. Kendine güvenen bir arkadaşı bu göreve verebiliriz.



Gitmeden herkes bir iki zanaat öğrensin orada boşuna usta parası falan vermeyelim. Herkes bildiği işin başına geçsin. Geçim konusunda önce tarımla uğraşırız. Çoğumuzun emeklilik hayali Bodrum'a yerleşip domates yetiştirmek olduğu için bu işin altından kalkacağımızı düşünüyorum. Ülkenin güneybatısında olduğumuz için Akdeniz iklimi etkili zaten. Bereketli topraklar. Tütün bol, öyle  buradan sigara falan götürmeye kalkmayın.


Aramızdan çalışkan olan arkadaşlarla fizik tedavi merkezi açıp Avrupa’nın en büyük ftr köyü olup sağlık truzmi yapacağız. Onların şu ana kadar yeterli düzeyde mesleği öğrenmiş olduklarını düşünüyorum. Ayrıca Sırbistan ülkeye turist çekmeye çalıştığı için bize dokunmaz böylece. Yemek konusunda kendine güvenen arkadaşlarla restoran açıp turistlere kuru fasülye pilavı 20 euro’dan servis eder kalkınırız zaten.


Haydar abi sağolsun futbolsuz duramaz. Köyümüz yeşillik olduğu için saha konusunda sıkıntımız yok. 


Köyce Sırbistan Ligi takımlarından Novi Pazar’ı tutuyoruz bu konuda itiraz istemiyorum. Tabi Genç Novi Pazarlılar, UltrAszar ve Pazar gibi taraftar grupları kurulabilir.



Gece hayatı falan yok arkadaşlar. Meydana ses sistemi kurar kendimiz eğleniriz. İnternetten istediğimiz şarkıyı da açarız hem. Öyle dj falan uğraşmayız. Hem bu okulun göbek atmaya, halay çekmeye ne kadar meraklı olduğunu hepimiz biliyoruz.



Benim şu an için aklıma gelen sorunlar bunlar. Sorusu olan varsa hep beraber çözer yeni bir göç planı hazırlarız.
Göç edene kadar DEU FTR ile yaşamaya devam edelim arkadaşlar.

16 Temmuz 2014 Çarşamba

Yanlışlar

Normalde pek duygusal  konulara girmem. Hakkını veremem gibi hissederim. Bugüne kadar bu konuda  çok yazdım ama yayınlamaya ne içim el verdi ne de zamanı uygun geldi. Şimdiyse sohbet edercesine bir şeyler karalamak istedim.  Dünya kupası sonrası boşluğa düşmüş de olabilirim tabi. Orası ayrı bir konu.

İnsanız, hayatımız boyunca hatalar yapıyoruz, öğreniyoruz, ders çıkarıyoruz veya akıllanmayıp tekrarlıyoruz. Ömrümüz geçiyor böyle. Ama yanlış kişiye değer vermek gibi bir kavram var ki üstümüzden uzak olsun. Ayları, yılları ve hatta ömrümüzü boş yere harcamamıza sebep oluyor. Hata yaptığını anladığındaysa çok geç oluyor artık. Bazen öyle bir çıkmaza giriyorsun ki savaşmak, mücadele etmek işe yaramayacağı için; şehri, ülkeyi hatta mümkünse gezegeni terk etmek en doğru hareket gibi geliyor.

Yazmaktan korktuğum kelimeye “aşk” deniyor. İşin garibi benim ağzıma almaya korktuğum, bu derece ciddiye aldığım bu kelime artık iyice ayağa düşmüş durumda. Varsın olsun. Değerini bilenler  olduğu sürece yaşar elbet. Peki kaç kere hissederiz bu hissi gerçek anlamda? Ya sadece bir kezse ve bu hakkınızı çok ama çok yanlış biri için kullanmışsanız?

Aslında hepimiz karşılık görmediğimiz birine aşık olabiliriz ya da karşılık vermeyen konumuna düşebiliriz. Asıl mesele duyguların karşı taraftan “kıymetsiz” görülmesi. İşte yanlışlık burada ortaya çıkıyor. Normalde hayatınıza sokmayacağınız, arkadaşınız bile olamayacak, anlaşamayacağınız, yanınıza yaklaşamayacak birisi çıkıyor; adı üstünde, aşk işte; zamansız, hazırlıksız, kayıtsız şartsız yakalıyor insanı tesadüfler içerisinde. Bir anda kalbinden gözlerine doğru buğulu bir perde iniyor. Bir gün o perde kalkıyor, acısını siz çekiyorsunuz.

Tabi bunların temelinde “Gönül bu ota da konar boka da” felsefesi yatıyor. İnsan aşık olacağı kişiyi seçemiyor. Öyle bir duruma düşüyorsun ki değil mantıklı düşünmek bakkala gidecek mecal bulamıyorsun. İşte bak güzel kardeşim etrafında o insanın yanlış olduğuna dair belgelere dayanan ispatları bile reddeder noktaya sürükleniyorsun. Sürekli ağzından, “Evet ama, o bu yüzden öyle demiştir, şu yüzden oraya gitmiştir”lerle avutup duruyorsun kendini. Çünkü kimse karnında kelebekler halay çekerken o adamın ya da kadının yanlış insan olduğuna ikna edemez seni. Bu böyle sürer gider, ta ki hayata dair bir aydınlanma süreci yaşayana dek. Kafana dank edene dek.

Bu yazıya başlarken düşündüğüm şeylerle alakasız bir yazı oldu. Nefret kusacaktım ama nefret kusamayacak kadar iğrenir duruma düşmüşüm. Eğerki kendimi kandırmıyorsam iyi bir şey bu, haberiniz olsun. Zaten dediğim gibi ben bu konuda ya efsane bir şey ortaya çıkartırım ya da böyle alakasız şeyler karalarım. Aslında size anlatmak istediklerim bunlar değildi, yine bana kaldı o sözler.

Her neyse yanlış kişiye aşık olmak yapılmaması gereken değildir yoksa insan doğrunun doğruluğunu anlayamaz. Kafasına vura vura öğrenmesi gerekir bazen insanın doğruları. O yüzden varsın yanlış adamı-kadını sevsin. Varsın gecelerce boşluğa bakıp canını sıksın. Varsın her gördüğünde içi acısın. Önünde sonunda bir noktada şimşekler çakar "Napıyorum lan ben" der. Sonra hayatı doğru insanlarla daha doğru yaşamayı illa ki öğrenir…

19 Mayıs 2014 Pazartesi

Düğünler

Sağolsun yurdumuzun yanındaki otel sayesinde zengin düğünlerini baya bir öğrenmiş oldum. Odamın balkonu tam olarak otelin havuzuna baktığı ve düğünler de bu havuz kenarında yapıldığı için bir yıldır iyi gözlem yaptığımı düşünüyorum. Tabi dizi ve filmlerin de katkıları var gözlemlerimde. Aslında “zengin düğünü” diye bir grup yapmak istemezdim ama daha uygun bir isim bulamadım onlar için.

Çukurovanın bağrından kopmuş gelmiş biri olarak kendi düğünlerimizle kıyaslama yapayım dedim bu düğünleri. Ha sorsanız en son ne zaman düğüne gittin diye çok uzun bir zaman diliminden bahsedebilirim. Ama sağolsun tüm aile üyeleri ne zaman bir araya gelse evde düğün kasetleri açıldığı için yeterince öğrendiğimi düşünmekteyim.

Mesela zengin düğününde ayakta duruyorlar. Bizde oturursun.

Onların masaları arasında dağlar kadar fark var. Bizde sandalyeler/masalar o kadar bitişiktir ki yerinden oturdu mu kalkamazsın.

Onlarda herkesin yeri belli. Garsonlar yerlerini gösteriyor girişte. Bizde en güzel yeri kapmak için düğünden 3 saat önce giden teyzeler biliyorum ben.

Onlarda ortada garsonlar dolaşıyor, insanlara ne içersiniz diye soruyor. Bizde ben teyzelerin meyve suyu dağıtan gençlerin peşinden koştuğunu gördüm.(Ne garson mu olacaktı bir de memleketin yiğit evlatları dağıtacak tabi.)

En önemli fark belki de müzik. Dans müzikleri kesinlikle yabancı. Bizde dönemin şartlarına göre Ferhat Göçer, Mustafa Ceceli falan çalıyor galiba dans müziği olarak.

Onlarda düğünün ortalarında Disko müzikleri çalarken genç kızlar bir eli havada dans ediyor. Bizde disko müziği çalarsa pist çocuklara bırakılıyor. Teyzeler “Bu ne yahu” diye mızmızlanıyor. (Ben bunu yazarken şu an Tranquila çalıyor, durum dediğim gibi.)

Mesela bu düğünlerde herkes ya kendi arabasıyla geliyor ya da taksiyle. Bizde düğün sahibi minibüs tutmazsa ayıplanır.

Bu arkadaşlar köyde düğün yaparsa “kır düğünü” oluyor biz yaparsak gelenek görenek oluyor...

Velhassılkelam “onlar” kalıbı eğlence amaçlı. Zengin de olsalar onlar da Ankara’nın Bağları çalmadan düğünü bitirmiyor. Çok sık olmasa da damarlarındaki Anadolulu kanı bir kesik bulup dışarı çıkıyor.


Kendi adıma sorarsanız, memleketimdeki düğünler için konuşuyorum; gidemesem de göremesem de düğün bizim düğünümüz be arkadaş. Bu vesileyle düğününe gidemediğim tüm kuzenlerime de selam yollamış olayım…

25 Mart 2014 Salı

Polis Çocuğu Olmak

Malum ya günümüzde polisi düşman olarak gören kitle iyice arttı. Ama bizim görüşümüzü umursamıyorsunuz diyenler polisin gözünden bakamadı olaya. Ya da bir polis ailesi ne düşünür diye gelmedi akıllarına.  Polisin de bir dünya görüşü var diye düşünmediler hiç. Kalıplaşmış düşüncelere kalıplaşmış düşüncelerle karşı çıktılar. Velhasıl bu süreçte “Polise karşı silahlı direniş zamanı geldi” yazanlar gördüm ben bugün.

Durun gençler bir sakin olun. Bir de bu cepheden dinleyin bakalım. Polis çocuğu olmak nasıldır anlatayım dilim döndüğünce.

En basitinden başlayayım. Herkes “çocukluk arkadaşı” kavramından bahsediyor. Hah işte ondan bizde olmuyor maalesef. Arkadaşlıkların ortalaması 3 yıl oluyor genelde. Sonra bir bakıyorsun başka bir şehirdesin. Sıra arkadaşın, sınıfın, okulun her şey değişmiş. Hatırlamıyorsun  bile eski arkadaşlarını. Onlarda seni hatırlamıyor zaten.

Okul sıralarında  “Nerden geliyorsun, nerelisin” sorusuna muhatap olunduğu anda “x şehrinde doğdum ama aslım y şehrine dayalı ayrıca buraya z şehrinden nakil geldim” gibi uzun cümlelerle cevap veriyorsunuz.

Evim diyemedim mesela hiçbir yere. O da değişti sürekli. Kutu toplayarak, o kutulara ev eşyalarını paketleyerek geçti çocukluğum. Yeni mahalle kavramı girdi bu seferde işin içine.

Her defasında kendimizi tanıtmaya zorlandık biz. Yeniydik çünkü.  Kendimizi anlatmaya,  kabul ettirmeye uğraştık.

Babamızın güvenlik korkusuyla küçüklükten alışılmış; “Kalabalık yerlere gitmeme, konserlerden, mitinglerden uzak durma, hiçbir şekilde senet imzalayıp borç yükümlülüğü altında kalmama, nüfus cüzdanını kaybetmeme, itina ile kaldırılmış o silaha asla dokunmama, kelepçe ile oynamama(bu konuda kötü anılarım var anlatmak istemiyorum şimdi), babası gece nöbetinden çıkmış ise ses yapmama özelliklerine sahibiz biz. 23 Nisanda  filan polis kıyafeti giyerdik bak birde.

Polis çocuğu olduğumuzu söyleyemedik çoğu zaman. Bilemedik ki yanımızda oturan kimdir, amacı nedir. Babanın kimliği anlaşılmasın diye saçma saçma bahaneler ürettik. Yolculuğu çıkarken kimliğini ve silahını nereye saklayacağını şaşıran babanın halini gördük.

Akşam yemeğinde sabit bir saatimiz olmadı bizim. Bir gün 5 de yerken, diğer gün saat 9’a sarktı o saat.

Tatil kavramı da uzaktı bize. Turistik bir şehirdeysen hele yazın babanın izin alması imkansızdı. Kışın da zaten okul vardı.

Asla yalan söyleyemedim mesela ben.(Bir kere denedim. Sonucu iyi olmadı.) Her türlü pisliğin, düzenbazlığın, serseriliğin dik alasını gördüğünden ve insan sarrafı olduğundan, yalan söylediğinizi gözünüzden anlayan babanız oluyor.

Yıllardır beni okutan adam belki de bir gün izin alamadığı için mezuniyetime de gelemeyecek. Bayram sabahı herkes ailesiyle bayramlaşıp gezmeye çıktığında, hala babası gelsin de kurban kesilsin diye bekleyen çocuklardık biz. Babamızla her ne kadar sorunlar yaşasanız da her göreve gittiğinde dualara sarılmak zorunda kaldık biz.

Şehit polislerin çocuklarına sorun mesela en başta. Nasıldır polis çocuğu olmak, neler hissediyorlar.

Geçiniz efendim geçiniz her polis kötüdür ayaklarını;

Gururla söylerim polis çocuğu olduğumu...



 

13 Mart 2014 Perşembe

Sizin olsun...

"Velhasılı ben gidiyorum, 
Sizin olsun --izmlerin cümle oyuncağı
Oynayın, oyalanın, kanın, kandırın..
Sıkın kardeşinizin boğazını, birbirinize saldırın...
Aynı toprağın çocukları
Aynı mayanın ekmeğisiniz
İnkar edin, yüz çevirin öldürün..
Koymayın taş üstünde taş 
Ne varsa ayakta yakın, yıkın 
Düşmanı güldürün...
Ne haliniz varsa görün, 
Cehaletten beslenip
Nefretten çıldırın..

Dedim ya ben gidiyorum 

Sizin olsun kavgalar
Sizin olsun meydanlar..
Sizin olsun bu çirkef siyaset..."

17 Şubat 2014 Pazartesi

Gençliğimizin katili...


Yıl 2008. Her şey bir arkadaşın “La bir oyun var böyle menajer oluyorsun, takımı yönetiyorsun Noktalar oynuyor falan” demesiyle başladı. Önce pek ciddiye almamış sonra da o zamanlar oynadığımız GoalUnited’ın(buradan kendisini saygıyla selamlıyorum) verdiği gazla bilgisayarıma kurmuştum denemek için. Beğenmezsem silerim diyordum. Nereden bilirdim ki “Bir kereden bir şey olmaz” kuralının sadece sigarada geçerli olmadığını…

Bu oyun bir tutku, bu oyun bir gerçeklik, bu oyun bambaşka bir şey gençler. Bu oyun erkek yaşamının kurtarılmış alanı. Paralel evrenimiz. Hem aksiyon, hem adrenalin, hem vitamin ihtiyacını karşılayabildiğimiz ilaç…

Hayattan kendini soyutlamanın bilgisayar oyunları arasındaki adı. Futbolcularınızla arkadaş olursunuz, taraftarın desteğini ensenizde hissedersiniz. Kimi zaman maçlarda ecel terleri dökersiniz. Kimi zaman evde gol sevinci turları atarsınız. Bilgisayarda bu oyunu her çalıştırdığınızda gerçek hayattan kopar gidersiniz.

Transferler, teknik ekip, taktik, derbiler, Avrupa maceraları, kulüp/lig rekorları, finansal denge derken bir bakmışsınız elinizde kağıt kalem stratejiler üretiyorsunuz. Önümüzdeki sezon gidecekler, takviye gereken mevkiler, mevcut oyuncuların maaş durumu her şeyin yeri ayrı, tadı ayrı.

Ama özellikle bir şey var ki sevmek, sevilmek ve benzeri şeyleri öğretiyor insana. O altyapıdan çıkan potansiyeli olan çocuk yok mu? Oğlunuz gibi seversiniz onu. 16-17 yaşındaki çocuğu ilk on bire almak nasıl bir heyecandır bilir misiniz dostlar? Her asistinde, her golünde tuttu ulan bu çocuk, oldu vallahi de billahi de oldu diye bağırmak nasıl bir histir? Sonra teklif gelir bu gence. Avrupa’nın büyük kulüpleri yatar kapınızda. Satarsınız eliniz mecburdur, önünü kapatmamak gerekir. Ama gittiğinde takımınızı eksik, taraftarınızı mahzun, kendinizi yalnız hissedersiniz…

Ne takımlar, ne oyuncular geçti lan elimizden. Ne bonservisleri gördüğümüzde inanamadık. Tur maçlarında son dakikada gelen goller, bin bir umutla alınan kilit oyuncuların aylarca suren sakatlıklarına ne üzüldük. Oyun falan değildir Football Manager, tutkudur, aşktır, yeniden, yine, yeni, yeniden aşktır! 10 sezon üst üste şampiyon da olsanız,11.sezonun hiçbir garantisi olmadığını bilmenin getirdiği, futbolun büyüsünün get
irdiği aşktır... 


Başarılı olmak için hissetmeniz lazım!


Her şeyin başlangıcı-Football Manager 2008

6 Şubat 2014 Perşembe

Asıl Saf Bizmişiz

Gençler şimdi aranızda ben şöyle çılgınlık yaptım, şöyle asilik yaptım diyenler vardır. Belki abartı belki gerçektir anlatılanlar ama yine de imkansız değildir anlatılanlar. "Yapmıştır la bu kesin" dersiniz. İşte bunu demediğimiz insanlar şaşırtır bizi.

Anlatacağım olayın kahramanı bizzat kuzenim. Kendisi 17 yaşında. Garip birisi. 17 yaşında ama çok yemek yiyen, kulağı da sıkıntılı olan birisi. Hatta uzun süre; tek işi yemek yemek olan, kulağı duymayan dedemin ikinci karısının ruhu tarafından ele geçirildiğini düşündüğüm bile oldu.
Kıza adını sorsak "Yasemin" diyemez, boş boş bakardı. 5 yaşındaki çocukların bile korkmadığı şeylerden korkardı. Hatta annesi biraz gözü açılsın diye annemin yanına yardıma göndermişti. Bırakın müşteriyle ilgilenmeyi elinden gelse duvara monte edilmiş rafın bile arkasına saklanacaktı. Birisi kendisiyle ilgili espri yapsa küfür etmiş gibi davranırdı. Garipti vesselam. Garipti garipti ama o iş öyle olmuyormuş azizim. Sessiz olandan korkacakmışsın cidden.

Kendisi yaklaşık 3 ay önce erkek arkadaşıyla kaçtı. Evet bildiğin kaçtı. Hala düşünüyorum işte "Ulan bu kız hangi ara sevgili yaptı, ne zaman plan yaptı ve nasıl cesaret etti" diye. Biz ailece kaçmasını değil bahsettiğim soruları düşünüyoruz şimdi. Hala içinden çıkamadık. Meğer bizim utangaç sandığımız kız rakip savunmayı uyutup arka direkte topu ağlara göndermiş.

Şimdi biz şunu yaptık bunu yaptık, böyle kuralları çiğnedik diye kendimizi kandırmayı bırakalım gençler. Biz bunları anlatırken sohbete katılmayan, köşede oturan insan kesin daha çılgındır.
Kuzen böyle yaptı işte gençler. Şimdi de hamileymiş sanırım. Biz de bu sırada cesaret kavramı babasının arabasını kaçırmak olan kuzenlerle mısır patlattık, çay içiyoruz. Tuzunu da fazla atmışız mısırın. Birazdan kim daha çok su içecek yarışması yapacağız. Çok çılgınız, adeta cesaret abidesiyiz...